Arama için buraya yazın...

GENEL BAŞLIKLAR

Sunday, 12 November 2017

Ve Açış Hoşgörü ile Yapılır...




بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
bismillaahir raHmanir raHiimi

Hoşgörü_Erki Hoşgören Allah'ın adı ile


الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ
alHamdulillaahi rabbil eaalamiina

Övgü Bilinenlerin egemeni Allah'ın 


الرَّحْمنِ الرَّحِيم
arraHmanir raHiim 

 Hoşgörü_Erki Hoşgörenin

مَلِكِ يَوْمِ الدِّينِ
maliki yavmid diini

İnanç gününün iyesinin (varlık sahibi)

إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
'iyyaaka naebudu 
va 'iyyaaka nastaeiyn

seninle kul_oluyoruzdur 
ve seninle tek_olmayı_istiyoruzdur


اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ
ihdinaaS SiraaTal mustaKiym

yön_ver bize Kılınması_istenen Yola


صِرَاطَ الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ غَيرِ المَغضُوبِ 
عَلَيهِمْ وَلاَ الضَّالِّينَ
SıraaTalladiina 'aneamta ealayhim 
gayril magDuubi ealayhim ve laaD Daalliina

yola ki_onlara kolaylaştırdın üzerlerine, 
Kızılan dışındakiler üzerine ve Sapmayanlara 

al-faatiHa_t:Açış (1:1-6)

1. Hoşgörü_Erki Hoşgören Allah’ın adı ile
2. övgü Bilinenler'e egemen Allah'ın
3. Hoşgörü_Erki Hoşgören'in
4. İnanç gününün iyesinin
4. seninle kul_oluyoruzdur ve seninle tek_olmayı_istiyoruzdur
5. yön_ver bize Kılınması_istenen Yola,
6. yolu ki_onlara kolaylaştırdın üzerlerine, Kızılan dışındakiler üzerine ve Sapmayanlara.


Öncelikle belirtmek isterim ki bu çeviri her bir harfi dikkate alarak ve sözcüklerin Türkçe karşılıklarını elimizden geldiğince özenle seçerek yapılmıştır. Türkçe okuyunca basit gibi görünebilir ancak sözcüklerin içerisine girmeye ve düşünmeye başladığımızda ve sözcüklerin derin anlamlarına uzandığınızda farklı kapıların açıldığını görüyoruz.

Okudukca ve anladıkca bir anahtar sahibi oluyoruz. Bu anahtarların her biri bizim içsel yolculuğunuzda bir kapıyı açıyor. İçsel yolculuk diyoruz çünkü inancın temeli kişinin kendisi ile ilgilidir, inancımızı hepimiz içimizde yaşıyoruz. Kimse içimizden geçenleri bilmiyor; bizden ve Allah’tan başka. Yaptığımız küçük hesapları, hileleri, yada iyi düşünce, barış ve hoşgörüyü... İşte sadece bu nedenledir ki insanı sadece Allah yargılayabilir.

Okuduklarımızı derin derin düşünebilir, okunanın ötesine bakabilir ve zamanla değişen çıkarımlarda bulunabiliriz. Onun içindir ki burada yapmaya çalıştığımız Kuran çevirisinin birebir olması sağlamaktır. İstenir ki insanlar başkalarının yorumuna ve kavrayışına ihtiyaç duymasınlar ve  kavrayışlarında özgürleşsinler. 

Benim inanç yolculuğum da yukarıdaki Açış Suresi ile yeniden başladı. Sizlere de iyi yolculuklar dilerim.




Friday, 3 November 2017

“Elhamdülillah”

Bugün tüm islam aleminin çokca kullandığı ‘ لِلّٰهِالْحَمْدُ:alHamdulillaah:Elhamdulillah’ sözleminin anlamını açıklayacağız. Biz daha çok ‘Allah’a şükürler olsun’ yerine kullansak da aslında anlamı daha derindir. Bu anlamı kavrayabilmek için öncelikle bu sözlemi açmamız gerekli. ‘çeviri altyapısı’ derlememizde bahsettiğimiz gibi Kur’an arapça olarak, ancak, okunduğu gibi yazılmıştır.

‘alHamdulillaah’ Kur’an içerisinde al-faatiHa, al-an’aam, al-kahf, sabae, faaTr surelerinde geçmektedir. Açılış suresi olan al-faatiHa suresinin (1:1) de ilk ayeti içinde yer alır.  

‘alHamdulillaah’ aslında üç sözcükten oluşmuştur ve yazılışı şu şekilde olmalıdır.
‘al-Hamdu li allaahi’
Hamd: övgü, yüceltme demektir
li: için, -a
allaah:al-ilaah:ilaah: tanrı

al-: belirli adlar için kullanılır
-u : yalın hal eki
-i : belirli nesnel durum eki

al-Hamdu li al-ilaahi: (o) tanrı için(dir) (o) övgü ’
Burada övgü belirlidir ve tanrı belirlidir. Tanrının belirli olması O’nun bilinirliğini, gösterir. Övgünün belirli ad durumunda olması ise övgünün bilinirliği ile açıklanabilir. Yani birisi sizi överken yada siz övünürken bildiğiniz övgüdür bu. İşte bu durumda övgü belirli durum eki alır çünkü konusu edilen övgü her iki kişiye de bilinmektedir.

Bu durumda 'Allah için(dir) (o) övgü' yada 'Allah'a(dır) övgü' sözleminin böyle bir yazımda kullanılması herkesce bilinen 'övgü'nün konu edilmesi demektir. Yani alında 'övmek', 'övülmek' ve 'övünmek' 'övgü' eylemleri olduğundan işte aslında bunlardır konu edilmek istenen.  Peki ne demek isteniyor? Bence söylenmek istenen gayet açık, 'siz boşuna övünmeyin sahip olduklarınız ile, yaptıklarınız ile, varlığınız ile çünkü sizleri var eden benim!'

Şimdi oturalım ve düşünelim. Allah’ın, biz insanlara göndermiş olduğu kitabı Kur’an-ı Kerim içerisinde ilk söylediği öğüdü tutuyor muyuz? Övüyor muyuz insanları, büyüklerimizi, küçüklerimizi, iyi iş yapanları, güzel olanları, varlıklı olanları, yetenekli olanları, akıllı olanları, sevimli olanları, kendimize üstün gördüklerimizi, annemizi, babamızı, çocuklarımızı, Allah’ın kullarını ve hatta Peygamberimizi..?

Övmeyi bırakalım, Allaha'dır övgü!

Daha da kötüsü övünüyor muyuz iyi yaptığımızda, güzel olduğumuzda, başarıya ulaştığımızda, lider olduğumuzda, arkadaş olduğumuzda, galip olduğumuzda, varlık sahibi olduğumuzda, çocuk sahibi olduğumuzda, gururlandığımızda..? Allah’ın bize verdikleri ile övünüyor muyuz?

Övünmeyi bırakalım, Allah içindir övgü !

Öyle değil mi ya, 
sen bırak da seni yaratan övünsün önce 
yaptıkların ile, 
daha bilmiyorsun yaptıkların 
O'na değer mi bile!

Gördüğümüz her güzellikte ve her başarıda, her mutlulukda, ve hatta hüzünde; ve her canlıyı anarken ve onlar doğarlen ve hatta ölürken; her galibiyette, her varlıkda ve hatta yoklukda; her azıkda ve bir yudum suda ve hatta yoklukda... sadece seni överim Allah’ım, sadece sana şükrederim Allah’ım.


‘Elhamdulillah müslümanım’ derken de bu anlamı hatırlayarak söylemek dileği ile... 

Saturday, 21 October 2017

İslam nedir?

Eğer sitenin yan sütununda ‘Çeviri için altyapı’ başlığı altındaki paylaşımlarımıza dikkat ederseniz içeriklerin hem güncellendiğini hem de arttığını göreceksiniz. Bu nedenle daha önce bakmıştım demeyin ve önceden ziyaret etmiş olduğunuz sayfalara yeniden bir göz atın derim.

Bu yazıda ‘islam’ sözcüğü üzerinde durmak istiyorum. Bu sözcük aslında dinimizi özetleyen bir sözcük olduğundan anlamamız önemli. ‘islaamiyaat:İslamiyet’ ne demektir?

İslam sözcüğü ‘s-l-m’ kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş diğer sözcükler ‘salam’ ‘salaam’, ‘salm’, ‘salima’, ‘salaamaö’, ‘saliim’, ‘aslam’, ‘tasliim’, ‘islaam’,  ‘istislaam’, ‘saalim’, vb. Şimdi teker teker bu sözcüklerin anlamlarını inceleyelim.

salam: önalım, öngörerek iş yapmak, sonucunu öngörerek iş yapmak
saalimöngören, barışan, güvenen, barışan, eksiksiz, hatasız
saliim: barış ve güven sahibi; özgürlük sahibi; sağ ve sağlıklı olagelen, bütün ve tam olagelen; hatasızlık sahibi, eksiksizlik sahibi
salm: barış, barışma, öngörü, öngörme
aslam: daha güvende, daha hür, saha sağlam, daha sağlıklı
salima: öngörülü olmak, barışık olmak, güvende olmak, bütün olmak (parçalı olmamak), suçsuz olmak, eksiksiz olmak, hatasız olmak; kesin olmak, kanıtlı olmak
salaam: öngören, barışan, sağlam olan, tek parça olan, bütün olan, iyi olan; tam, hatasız olan salaamaat:salaam çoğul: ama genelde 'karşılama' anlamında kullanılır. İstenilen bir durum oluştuğunda 'biriz, sağlamlarız, barışanlarız' anlamı ile istenilene kavuşulduğu anlamı vardır. 
salaamaö: öngörülülük, barışıklık, güvenlilik, suçsuzluk, eksiksizlik, bütünlük,

tasliym: birisine devretme, boyun eğme, boyunduruk altına girme
islaam: Allah'a kendini sundurtma, kendini bıraktırma, boyun eğdirtme
istislaam: boyun eğdirtmeyi istemek; kaputilasyon
islaamiyyaö: İslam ideası, Müslümanın durumu yada kapasitesi, boyun eğmişlik.

Gerçekte Arapça sözcüklerin nasıl türetildiğini bilmemiz gerekir ki bizler de kök anlamından türetilmiş olan sözcükleri doğruluk ile anlayabilelim. Burada bir tane eylem var; ‘salama’ ve tüm sözcükler bu kökten türetilmiştir. Arapça dilinin en güzel tarafı budur ki kelimenin temel anlamına her durumda ulaşabiliyoruz. Ancak esas olan türetilmiş kök sözcüğün Türk dilinde hangi eki alması gerektiğinin bulunmasıdır. 

‘islam’ sözcüğü ‘alif’ yani 'a' harfi ile başlar. Ancak ‘alif’ harfinin altında ‘hamza’ konmuştur. Bu da harfin ‘i’ sesi olarak okunmasına işaret eder. Bildiğiniz gibi arapçada sözcükler sesli başlamazlar ancak başlamaları gerekiyorsa mutlaka ‘alif’ harfi konularak gösterilirler. ‘islam’ sözcüğü ‘salam’ sözcüğünden türetilmiştir. Arapçada eylemlerin türetildiği gibi bu sözcük de s-l-m kökünden E4 eylem türeğidir (bkz. ‘Arapçada Eylemler). Benzer bir şekilde yukarıda verilmiş olan ‘istislaam’ sözcüğüne de E10 eylem çekimiyle anlam kazandırılmıştır.

E4 çekimi ile ‘islam’ olarak türetilen bu sözcüklere ‘birisine oldurttu’ anlamını verilmektedir. Buradan da eylem isimleştirilmiş ve ‘salam’ sözcüğü ‘islaam’ şeklini almış ve sözcüğe ‘barıştırtma, boyun eğdirtme’ anlamı yüklenmiştir. Diğer tanımlamaları için sözcük ‘tekleştirme, bütünleştirme, suçsuzlaştırma, eksiksizleştirme, hatasızlaştırma’ anlamlarına gelmektedir. Şimdi bütün bu anlamlara bakarak İslam’ın ne ile ilişkili olduğunu anlayabiliriz.

Allah insanoğluna dünyaya ilk ayak bastığı günden beri Yol’a yönlendirmek için yol gösterici göndermiştir. Bu sözlem ile değinilmek istenilen iki konu vardır. Birincisi, hepimizin dünyaya geldiğimiz günden beri Allah vergisi olarak önce iç sesimizle sonra kılavuzlarımızla yönlendirildiğimizdir. İkinci konu ise bu durumun Adem’den beri olagelmiş olmasıdır. Öyle ki Allah, Adem’den beri sürekli olarak insana Yol’u gösterici kılavuzlar göndermiştir. Bu kılavuzların sonuncusu ise Kutsal Kitap Kur’an’dır.

İnsanoğlu’nun evrendeki varlığı Adem ile başlar. Adem birçok bakımdan bugünkü insana göre yetersiz, güçsüz ve eksikdir. Bu eksiklik dolayısıyladır ki bir kargayı kılavuz edinmiştir. Ancak Ademoğlu zaman içerisinde her yönden evrilmiş ve gelişme göstermiştir. Burada asıl anlatılmak istenilen Adem’den bugüne olan geçmişinde insanoğlu’nun Yolu bugünkü gibi kavrayabilmesinin ve anlayabilmesinin olası olmadığıdır. Onun içindir ki Adem’den sonra atalarımıza gelen her sınırlı ve eksik olan bilgi insanoğlu’nun gelişmesi ile orantılı olarak artırılarak yenilenmiş ve son olarak Kur’an ile tamamlanmıştır. 

Ancak bu eksiklik hali yanlış yorumlanmamalıdır. Adem'in sahip olduğu bilgi kendisi ve kendisinden sonra gelen Ademoğlu için yeterlidir. Bu diğer peygamberler için de geçerlidir. Bu demektir ki aslında Ademoğlu kendisine daha sınırlı bilgi gelmesine rağmen bu inancını sağlamlaştırmaya yetmiştir. Aslında bu iletilen bilginin o zaman insanı için yeterli olduğunu göstermektedir. Peki insanoğlu sonrasında daha mı fazla bilgi istemiştir. Yani inanmak için daha çok mu ikna edilmesi gerekmiştir. Eğer öyleyse bu ancak şu anlama gelir ki insanoğlu varlık sürecinde inancından ve asıl varlığından daha çok uzaklaşmıştır.  

Kur’an’ın tanıtmış olduğu inanç, kendisinden önce gelenlere göre ‘tam, bütün, eksiksiz’ olması dolayısı ile İslam’dır. Kur’an kendisinden önce gelenleri bozulmuş ve eksik sayar çünkü O’dur hepsini içeriyor olan. Kur’an son kutsal kitap ve Allah’ın bizlere son sözleridir ki bu aynı zamanda Ademoğlu’nun gelişiminin ve kavrayışının da bu bilgi için yeterliliğinin bir göstergesidir. İşte Muhammed aracılığı ile tam olan, bütün olan, eksiksiz olan son bilgi ve belge de insana verilmiştir.


‘islaam’ sözcüğünün en temel hali ‘salam’ sözcüğü ‘öngörerek iş yapmak’ anlamını taşır. 
İnsandan öngörmesi ve ona göre iş yapması istenir, 
‘salm’ anlamı ile insana barışı önerir, 
‘aslam’ anlamı ile bu yolun daha güvenli olduğunu bildirir, 
‘salaam’ bu yolda ki insanın halidir,  
‘tasliim’ ise kendisini O'na sunmasıdır insanın. 
Ve bu yolu edinendir ‘saliim’. 

‘islam’ ile insanın bütün olması istenir. 
Bu bütünlük beden ile ve ruh iledir. 
Beden ve ruhun uyum içerisinde olması halidir. 
Eğer aklınız ile Yolda iseniz,
Ve kendinizi Allah’a sunmuş iseniz 
Bedenen de böyle davranılması gerekir. 
Bütünlük içinde olmak sadece birey olarak değil, 
Çevrenizdeki insanlar, çevrenizdeki varlıklar ve çevrenizi saran evren ile 
Bütünlük içerisinde olmak demektir. 
Bu Yol ile Kuran insanoğlunu tamamlar, suçsuzlaştırır, hatasızlaştırır 
İnsanı bütünler ve tek bir bütün yapar. 

Wednesday, 18 October 2017

Kelebekleri itmeyin...

Birkaç senedir kızımın ısrar ile okumamı istediği ve dün gece yine masamın üstüne bıraktığı kitabı bu sabah elime aldım...
Kendi Kutup Yıldızını Bul, Nüvide Gültunca Tulgar, 2005.
Kitap yazarın "hayatımı değiştiren yazılar" olarak nitelediği alıntılardan oluşuyor. Ve daha ikinci sayfadaydım ki paylaşmak istedim.


Adam fısıldadı: "Tanrım konuş benimle."
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
"Tanrım konuş benimle"
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.
Adam etrafına bakındı ve
"Tanrım seni görmeme izin ver!" dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.
Ve yüksek sesle haykırdı:
"Tanrım bana bir mucize göster."
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
sonra çaresizlik içinde sızlandı:
"Dokun bana Tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!"
Bir kelebek kondu adamın omuzuna.
Ve adam kelebeği elinin tersiyle uzaklaştırdı...
                                                                 Bütün Dünya Dergisi, Mayıs 2002  

Sunday, 10 September 2017

Neden Arapça? Neden Türkçe?

Neden Arapça? 

Bilimsel bir konu incelenirken o konuyu anlamak ve incelemek için konu ile ilgili terimleri bilmemiz gerekir. Bu terimleri iki şekilde öğrenebiliriz. Birincisi ve en temeli bu terimlerin dilimize çevrilmesidir. Böylelikle her vatandaşın terimsel bile olsa konu ile ilgili anlayabileceği bir sözcük kullanmış oluruz. Oluşturduğumuz yeni terim konu ile ilişkili olacağından hem bireyin konuyu daha kolay kavramasını sağlanacaktır hem de dilimiz gelişmiş olacaktır. İkincisi yol ise terimlerin dile olduğu gibi, yabancı sözcük olarak geçirilmesi ve bu şekilde kullanılmasıdır. Bu kullanım şekli genelde konunun kavranmasını zorlaştırır, terimleri anlaşılmaz, doğru söyleemez, hatırlanamaz. Çünkü terimlerin günlük kullanım dili olan türkçe ile ilişkisi yoktur, anlam vermek ancak konuyu yabancı dilde kavramak ile mümkün olur. 

Dilimizde çok güzel kelimeler türetilmiştir. Şu anda aklıma gelen birkaçı ‘süzgeç’, ‘kavram’, hepimizin ‘öbür gün’ diye bildiği ‘o bir gün’, ‘hesap makinası’ (ancak burada ‘hesab’ arapçadır), ‘bilgisayar’, ‘tekdüze’, ‘kimlik’, ‘bilimadamı’ ve bunun gibi daha birçok anlamlı sözcük türkçeye kazandırılmıştır. Bu asla Türkçülük veya Türk Dili geliştirme saplantımız olduğu nedeniyle değil, bu sözcüklerin hepimizin anlayabileceği ve kullanabileceği ve sahiplenebileceği ortak bir noktası olması ile ilgilidir.

Bilimsel temelli konular için bu teknik terim meselesi ('teknik' de ingilizceden gelmiştir ya) çok da önemli değildir diyebilirsiniz. Çünkü öyle ya toplum teknik konular ile çok ilgilenmez. Bilim adamları kendi bilgi düzeylerinde bu konuyu tartışabilirler ve toplumun da bu konudaki tartışmaları bilmesine, duymasına ve anlamasına gerek yoktur? Bu önermeyi doğru bulmamak ile birlikte şimdilik geçerli sayalım. Peki ya bu teknik konu inanç olursa ne yapacağız? Hala konunun bilimadamları (yada hocalar) tarafından tartışılıp toplumdan koparılmasına sessiz kalabilir miyiz?

İnanç bireysel bir seçimdir ve bireysel olarak yaşanır. Kuran'da anlatıldığı gibi hesap günü geldiğinde kimsenin kimseye bir yararı olmayacaktır ve bir başkasının yaptığından sorumlu olmayacaktır ve kimse kimseye kefil olamayacaktır. İnsan sadece kendi yaptıklarından, bildiklerinden, farkındalıklarından, iyiliklerinden, kötülüklerinden, bilincini ön planda tutup yaptıklarından sorumlu olacaktır. Bu nedenle inanç ve inanca ait olanlar terimler teknik sayılamazlar.

Bir inancı seçen kişilerin çoğunluk olduğu toplumlarda doğal olarak o inancı destekleyen gelenek ve görenekler oluşur ve yerleşir. Hatta inançları ile ilgili sezgilerini sözcükler ile ifade etme gerekliliği sonucunda da yeni sözcükler yani terimler türetilir ortak dilde. Ancak eğer inanç başka bir toplumdan alınmış ise o zaman o toplumun dilindeki terimler - genelde anlamları çok da bilinmeden -kullanılmaya başlanır. Bunun yanında inancın geldiği toplumun gelenek ve görenekleri de sanki o inancın temeliymiş gibi bilinmeden alınabilir ve kullanılabilir. Gelenek ve görenekler her ne kadar inancı desteklemek yada yaşamak için ortaya çıkmışsa da bir toplumdan diğerine değişebilir. Asıl olan ise bireyin inancını davranışlarında, iletişiminde ve içinde yaşamasıdır. İşte bir inancı doğru tanıyabilmek ve hem toplum hem de bireyler olarak doğru yaşayabilmek için inancı doğru anlayabilmek gereklidir. İnancı doğru yaşayabilmek için inancın kuralları ile toplumun kurallarını birbirinden ayırmak, inancı yeni toplumlara uyarlayabilmek için de yeni toplumun her bir bireyinin bu inanç ile ilgili terimleri anlayabilmelerini sağlamak gereklidir.

Günden güne arapçadan yeni sözcükler getirilip güncel hayatta kullanılıyor ve bu kibir bir ayrıcalıkmış gibi ortaya konuyor. İngilizce sözcük kullananlar kendini beğenmiş, yabancı özentisi olabiliyor iken konuşmalarında arapça sözcük kullanalar neredeyse ‘aliim(ar):bilgin(tr)’ ve hatta dindar oluyorlar. Neden? Acaba arapça sözcükler belirli bir kesimi yada inancı mı sembolize ediyor? Soralım! Örneğin ‘kayyum’ sözcüğü Kuran’da Allah’ın niteliklerinden biri için kullanılır ve ‘hayat veren’, ‘can veren’, ‘dirilten’ anlamındadır. Sözcüğün tek başına anlam olarak bir kutsallığı olmamalı ki son zamanlarda her yere bir ‘kayyum’ atanıyor. Yok eğer bu sözcükler kutsal ise ve dini terimler ise o zaman neden kullanılıyor. Yok  hayır, sözcüklerin kutsallığı yok ise, o zaman neden kendi dilimizde bir sözcük kullanmıyoruz?

Osmanlı Devleti yönetiminde de aynısını yapılmış idi. Osmanlı toplumu türkçe konuşurken, ele geçirilen topraklardaki toplumların haklarının korunabilmesi ve devletler arası ilişkilerin düzenlenebilmesi gerekliliği ile türkçe arapça alfabesi kullanılarak yazılmaya başlamıştı. Bugün hala 
Cumhuriyet ile Türk toplumunun dili değiştirilmiş gibi tepki gösterenler, harf devrimini dil devrimi zannedenler var ne yazık ki. Hayır, değişen sadece sadece harfler olmuştur, dil değil. Harfleri öğrenmek dili öğrenmek değildir. Bugün türkçeyi latin harfleri ile yazıyor ve okuyor olmamız, ispanyolca, fransızca, ingilizce vb latin harfler kullanan dilleri konuşabiliyor ve anlıyabiliyor olmamızı sağlamıyor. Arapça harfleri biliyor olmak da Kuran'ı anlayabilmeyi sağlamıyor.

Osmanlı bilim ve sanat çevrelerinde arapça ve farsça birçok terim kullanılmaya başlanmış ve bu dil saray topluluğunun dışına da yavaş yavaş yayılmış, Tanzimat önce ve sonrası edebi eserlerde  gördüğümüz şeklini almıştır. Bu eserler okunduğunda dilimize geçen birçok arapça ve farsça sözcüğün vermiş olduğu ağırlık kayda değerdir. Evet, geçmişimize sahip çıkıyoruz, soyumuzu biliyoruz ve atalarımızı bağrımıza basıyoruz, Allah hepsine rahmet eylesin. Geçmişimizi olduğu gibi kabulleniyoruz, eleştirmiyoruz ancak geçmişimizden öğreniyoruz, ders alıyoruz, almak zorundayız. Atalarımız geçmişi şekillendirdiler, bizler ise bugünü şekillendirenler olarak tarihde yerimiz alacağız. 

Konumuza geri dönelim. ‘din:inanç’ sözcüğünü ele alalım. Din denildiğinde zihnimizde oluşan algı ile ‘inanç’ denildiğinde zihnimizde oluşan algı ile aynı oluyor mu? Hayır, oysa ki aynı anlamı taşıyorlar. Yani araplar 'din' terimini kullandıklarında 'inanç' anlıyorlar. Ancak biz daha çok inanç şeklini anlıyoruz. Bunun gibi yanlış anlam yüklediğimiz birçok arapça sözcük ver dilimizde. Olsun, bunları kullanıyoruz ve bu sözcükler için hepimizin zihninde oluşan algı aynı. Ancak iş Arapça yazılan bir metini doğru anlayabilmeye gelince biraz değişiyor. 

Son Kutsal Kitabı ve içindeki bildirileri nasıl anlayabileceğiz? Kutsal Kitapta ne denildiği konusunda ortak bir dil oluşturamadıktan sonra nasıl aynı inancı yaşayabileceğiz? Bu Kitap hepimize indirilmedi mi? Burda verilenlerden sorumlu değil miyiz? Eğer bu Kutsal Kitap okunup anlaşılamayacak ise Allah bizleri nasıl içindekilerden sorumlu tutacak? Arapça bilmeyenler nasıl okuyabilecekler? Eğer okuyamayacaklar ve başka bir dile kesinlikle çevirilemez ise Allah bu Kitabı sadece Arapça bilenlere yani araplara mı indirdi? 

Bir ‘mümin(ar):inanır olan’ olarak bizler, inanç konusunda, genelinde dünyada yapılanlar ile, özelinde ise bildiklerimiz ve yaptıklarımız ile Allah’a layık bir kul olduğumuzu düşünebiliyorsak ne mutlu bize. Yok eğer içimize birşeyler sinmiyor ise, bilmediklerimiz, anlayamadıklarımız, şüphe ettiklerimiz var ise o zaman vay halimize! Soralım, sorgulayalım ve en önemlisi tek doğru bilgi kaynağımız olan Kuran’dan araştıralım. Bilelim ki Kuran inanan bir kişinin ihtiyacı olan tüm bilgiyi içerir. İnanan bir kişi için tek yol Kuran’dır. O zaman okuyalım ve anlayalım, türkçe okuyalım türkçe kavrayalım; anlayalım ve inanalım. 

Saturday, 9 September 2017

Dini Terimlerin Türkçeleri (2)


Dini Terimlerin Türkçeleri (2)

Bugün ‘imaan’ sözcüğü ile ilişkili olan diğer sözcüklere değineceğiz. ‘iman’ sözcüğü ‘a-m-n’ (alif-mim-nun) harflerinden türemiştir. Bu kökten türeyen sözcükler sırasıyla ‘amn(ar): korunma, güvenlik’ ve ‘amuna(ar): inançlı olmak, güvenilir olmak, dürüst olmak ve güvende olmak’ anlamlarına gelir. Dilimizde bu kökten olan üç kullanım vardır. Bunlardan birincisi ‘emin’ sözcüğüdür. İkincisi ‘aman vermeyen hastalık’ söz dizisindeki anlamıyla kullanım diğeri ise dualardan sonra söylenen ‘aamiyn’ sözcüğüdür ki ‘aamiyn’ ingilizcede de ‘amen’ olarak kullanılmaktadır.

‘amaan(ar)’ sözcüğü genellikle son kök harfden önce ‘aa’ vurgusu olan sözcüklerin anlamlarında olduğu gibi ‘güven olan, barış olan, güvence ve dışında tutulma’ anlamlarına gelir. ‘Aman, yeter artık!’ dediğinizde güvende, huzurda olmak isteğinizi dile getiriyor olursunuz. ‘Aman vermeyen hastalık’ size güvende olma fırsatı tanımayan hastalıkdır.
‘aaman(ar):‘inanan, güvenen’ anlamındadır.
‘amiin(ar)’ ise son kök harfden önce ‘ii’ vurgusu olan sözcüklerde olduğu gibi ‘güven sahibi, barışdolu, barış sahibi, güvence sahibi, inanç sahibi, güvence veren’ anlamlarına gelir ki Türkçede kullanılan ‘emin’ sözcüğü ile de eş anlamlıdır.

Şimdi ‘aamiin(ar)’ sözcüğüne baktığımızda aslında yukarıda verilen ‘aaman(ar)’ ve ‘amiin(ar)’ sözcüklerinin birleşimidir. Yani ‘aamiin’ dediğimizde aslında ‘inanan ve inanç sahibiyim, güvenen ve güven sahibiyim’ demiş oluyoruz. Bunu şuradan da anlıyoruz; ‘mu’min(tr)’ yine aynı kökten türemiştir ve ‘inancı olan yada inanır’ anlamına gelir. Ama aynı zamanda ‘barışı olan, güveni olan’ anlamını da içermektedir. Burada ‘güveni olan’ olan demek sadece kendine değil çevresine de güveni olan anlamındadır yani kendine güvenen ve güvenilir olan.
‘iimaan(ar):imaan(tr) ise 'inandırtma’ anlamına gelmektedir.

Şimdi sanırım herkesin kafası karışmıştır çünkü anlamını bilmeden kullandığımız sözcüklerin kendi dillerinde nasıl kullanıldıklarını bilmek ve bir harf değişikliği ile anlamının nasıl değiştiğini görmek tabi ki şaşırtıcıdır. Ancak biz şunu akılda tutalım yeter, bu sözcükler ‘inanç, güven’ kelimelerinden doğmuştur. Aslına bakarsanız inanmak güvenmek demek; güvenmek de bilmek demekdir.

‘Mü’min kardeşlerim’ denildiğinde bilin ki kişi size ‘inancı olan kardeşlerim’ diyordur. Peki neden ‘inanan’ değil de ‘mü’min’ diyor! Sanmayın ki Allah sizin dilinizi bilmiyor ve sizi anlamayacaktır, yada sanmayın ki Allah kutsal kitabı sadece araplara indirmiştir. Hani Kuran, Kutsal Kitap evrenseldi. (Bu yapılan aslen ‘şekilciliktir’ ve ‘şekilcilik’ Kuran’da Allah’ın yapmayın dediği birşeydir). Allah gerçekte tabi ki kitabı indirmemiştir. Kitap Cebrail vasıtası ile Peygamberimiz Muhammed’in aklına yazılmıştır. O’da aklından insanlara aktarmış ve böylelikle Allah’ın Kutsal Kitabı Kuran yazılmıştır. Peki biz bu kitabı ve içindekileri nasıl bileceğiz. Peki biz bırakın bu kitabı, kendi inancımızı başkalarına nasıl anlatacağız? Onları nasıl bu dine davet edeceğiz? Bizim hoca böyle söylüyor mu diyeceğiz? Peki hani dinimizde Allah ile kul arasında hiçbir kişi yok idi, ruhban sınıfı yok idi. Tanıştığım birkaç arap arkadaşım ‘siz müslüman değilsiniz’ demişti. Demek istedikleri ‘inancınızı yani dininizi bilmiyorsunuz’ demekti. Evet şimdi görüyorum ve arapçasını okudukça türkçeden anlıyorum ki evet biz az biliyormuşuz (bilenler bunun dışındadır). Çünkü bir önceki yazımızda anlatmış olduğumuz ‘müslüman’ kelimesinin anlamını biliyor olsaydık sanırım hayata daha farklı bakardık. 

İnanıyoruz ancak inancımız hocaların dilinin ucunda. Arapça dua okuyoruz ama ne dediğimiz bilmiyoruz. Ama niyetimiz şüphesiz iyi, Allah için dua ediyoruz; bir de anlayarak dua etsek. O zaman okuduklarımızın Allah’ın sözleri olduğu ve Allah’ın bizim ile konuşuyor olduğunu düşünmez miydik? Allah bizimle, kullarıyla Kitabı aracılığı ile konuşmuyor mu? Ama sen ya hiç anlamıyorsun, ya hocan kadar anlıyor yada tam anlayamıyorsun ve şekilcilik yapıyorsun!!! Bizleri hep uyuttular ve dediler ki bu dili kimse anlayamaz, ancak ilmini almak lazım. Bir harf bile çok önemlidir. Peki türkçede bir harf önemli değil mi? Hayır, içine girince göreceksiniz ki Kuran dili tamamen arapçadır. Sadece sözcükler ve bağlaçlar bitiştirilmiştir ve biraz dile hakim olunca nereden ayıracağınızı anlayabilirsiniz. Artık her inanırın elinde Kuran dilini anlayacak bilgi ve belge mevcuttur. Bunları kullanarak bu tam çeviriyi yapmayanlar yada okumayablar ise kendi bildiklerinden sorumludurlar.             

Friday, 1 September 2017

Dini Terimlerin Türkçeleri (1)



‘Dini Terimlerin Anlamları’ olarak değil de ‘Dini Terimlerin Türkçeleri’ olarak bir başlık attım. Çünkü biz burada terimlerin anlamlarını vermeyi değil arapça kelimelerin türkçe tam karşılıklarını bulmayı amaçlıyoruz.

Burada ve bundan sonra sitemizde bulacağınız sözcük anlamları tümü arapça-ingilizce sözlüklerden bulunmuştur. Neden arapça-türkçe değil? Çünkü ingilizce dil olarak arapçadan terimsel olarak çok sözcük almamıştır. İngilizce ve avrupa dilleri İncil ile tanıştıktan sonra dini konularda terimler türetmiş ve Kuran-ı Kerim indirildikten sonra çevirilerinde arapça terimlere karşılık gelen ingilizce sözcükleri kullanmışlardır. İngilizcenin teknik dil altyapısı gelişmiş olduğundan bunu gerçekleştirmeye olanak sağlamıştır. İngilizce anlamda birlik esasına göre sözcük üretirken türkçe’de sözcükte birlik vardır. Örnegin ‘içmek’ ve ‘yüzmek’ kelimelerini ele alalım. ‘İçmek’ sözcüğü eylemler birbirinden farklı olsa türkçede hem ‘su içmek’ hem de ‘sigara içmek’ için kullanılır. İngilizce’de her iki eylem için ayrı sözcükler kullanılmaktadır. Benzer olarak ‘yüzmek’ kelimesi hem ‘deri yüzmek’ hem de ‘denizde yüzmek’ için kullanılmaktadır. Oysa ki ingilizcede bu eylemler için farklı sözcükler kullanılmış ve bu da ingilizcenin terimsel olarak zenginleşmesine yol açmıştır. 

İnsanlar karşılarındakinin bilmediği yada genelin bilmediği terimler kullanmanın kendilerini ayrıcalıklı gösterdiklerini düşünüyor olabilirler. Bir süre yurtdışında kalınca aklıma türkçe kelime gelmiyordu ve ben de ingilizcesini kullanıyordum. Tabi karşımdakinin ingilizce bildiğini bildiğimden. Eğer bilmiyorsa susup düşünüyordum ayıp olmasın diye. Ancak dini terimler ile durum tamamen farklıdır, bu terimler sembolleşmişlerdir. Siz bu sembolleri taşıyorsanız yada biliyorsanız onlardan olursunuz, bilmiyorsanız farkınız ortaya çıkar yabancı olursunuz, hatta dinsiz olursunuz bazılarına göre. Oysa ki inanç sahibi olmak insanlar ile ortak noktada buluşmak ve birlikte yükselmeyi gerektirir. Allah inancının sembolü insanların yüzündeki ışıktır. Başka bir sembole gerek mi var? Biz de istiyoruz ki artık arapça sembollerden kurtulalım, söylediklerimizi ve okuduklarımızı anlamaya başlayalım.

Dikkatinizi çektiyse, başlığımızı ‘din’ terimini kullanarak yaptık çünkü inançları kapsayan en temel sözcük budur. Türkçede yerleşmiş olan ‘din’ arapçada ‘diyn’ olarak yazılır (bkz Arapça alfabe) ve ‘inanç’ anlamındadır. Yani size dininizi soran bir kişi neye inandığınızı soruyordur. Bu sorunun cevabı ise ‘ben müslümanım’ değil ‘ben Allah’a inanıyorum’ olmalıdır. ‘diyn’ sözcüğü bu anlamı ile tüm inançları kapsar. Faatiha:açılış bölümünde 'yavmi ad-diyni' yani 'inancın günü' denir ve tabi ki tüm inananlardır konu edilen. Kuran'da her bölümde tüm inananlara seslenir aslında.

‘İslam’ sözcüğüne gelince, bu sözcük ‘s-l-m’ kökünden türetilmiş olup arapça ‘islaam’ olarak yazılmaktadır. ‘islaam’ ‘boyun eğmek, kendini sunmak, uymak, uzlaşmak’ anlamlarına gelmektedir. Aynı kök türeklerine bakacak olursak ‘tasliim’ yani ‘teslim’ sözcüğü ‘devretmek, geri vermek, teslim olmak (başkasına kendini bırakmak yada pes etmek), ulaştırmak’ anlamlarını taşımaktadır. Ancak en çarpıcı sözcük ‘salaam’ sözcüğüdür ki ‘sağlıklı olma, parçalı olmamak (tek olmak), eksiksiz, zarar görmemiş’ anlamlarına gelir. ‘salaam’ dilimize ‘selam’ olarak geçmiştir ve en yakın anlamı ‘birisini karşılarken yapılan işaret’ olarak alınabilir. ‘salima’ yani dilimize ‘selime’ olarak olarak geçen sözcük ise ‘salaama ve salaam’ sözcüklerinin türetildiği eylem durumudur. ‘salm’ ‘barış’ demektir.  Önemli bir dini terim olarak Türkçede yer alan ‘müslüman’ kelimesi yine ‘s-l-m’ kökünden türetilmiştir. Arapçada ‘mu-‘ ön eki kendisinden sonragelen kelimelere ‘olan’ anlamı verir ve sözcüğü kişileştirir. Yani ‘muslim(ar):müslüman(tr)’ ‘boyun eğmiş olan, uzlaşmada olan, kendini sunmuş olan’ anlamlarına gelir. Coğul ‘muslimuvn(ar):müslümanlar(tr)’.  

Hazır sözlükte sırası gelmişken ism(ar):isim(tr) sözcüğüne bakalım. Tekil ‘ism’ olarak ve çoğul ise ‘asmaae’ olarak yazılır ve ‘ad, ünvan, nitelik’ anlamlarına gelir. Türkçede kişi adı olarak da kullanılan ‘esma’ bu sözcükten türemiştir ve ‘isimler anlamına gelir. Dilimizde neredeyse dini terim olarak kabul edilen ‘Esma-ül hüsnaa’ ise farsçadır ve arapçada da ‘al-asmaae al-Husnaa’ olarak yazılır. Belirtili ön ad tamlaması olan bu tümleç Allah’ın 99 ismi için kullanılır. 'Husnaa' Hasana:H-s-n kökünden türetilmiştir ve 'Hasana' eylem olarak 'güzellemek' anlamına gelir. Hasan:güzel, Husn:güzellik ve 'Husnaa' ‘güzellik içeren’ anlamına gelir. Bu durumda ‘Esma-ül Hüsnaa’ yerine ‘Güzellik içeren'in İsimleri’ yada ‘Allah’ın nitelikleri’ demek yeterli olur sanırım.

Monday, 28 August 2017

Mutluluk Arayışı ve İnanç (2)



Bir önceki yazımızı okumuş ve hala mutluluk arayışı içinde iseniz o halde ne duruyorsunuz, arayın. Bir avuç dolusu suyu nereye kadar taşıyabiliriz ki! Yada hayatımızda kendinizi en mutlu hissettiğiniz bir olayı yada bir günü hatırlayalım. Evet, bir gülümseme belirir insanın yüzünde ve rahatlar... O gün çok mutlu idik değil mi? Eğer o gün mutluluğu elde ettiysek bugün neden hala mutluluğu arıyoruz? Onu bir kere elde ettik değil mi? Tamam o zaman biz mutluluğa sahibiz, yoksa onu kayıp mı ettik?Mutluluk avucumuzda ki su gibi yere damlaya, damlaya bitti.

Evrende hiçbirşey yoktur ki bir başlangıcı ve bir sonu olmasın. Evrende yaşam bir süreçtir. Ve bu süreç içerisinde insan bir günden diğerine yaşar ve bir olaydan diğerine koşar. Mutlu olmak istiyorsak mutluluğu yakaladığımız zaman onu bitirmememiz, onu tüketmememiz gerekir. Ve gerekir ki hep onu yaşayalım. Yani zamanı durdurabilirseniz durdurun ki başka bir dakika başka bir olay gelişip bu mutluluktan bir damla çalmasın. Çünkü zaman mutluluk hırsızıdır, o elimizdeki herşeyi tüketmek, yok etmek için vardır. Bizler ise yok olanları yerine koymak için yeniden çalışırız.

Neden çalışıyoruz? Mutlu olmak için. Neden yaşıyoruz? Mutlu olmak için? Ne güzel hayat! Herkes mutlu olmak için çalışıyor ve mutluluğa ulaşmak istiyor ancak kimse mutlu değil. Çünkü mutluluktan bir parça koparınca içimizde bir hoşluk belirir, bizi sevindirir, haz verir. Sonra daha fazlası için daha çok çabalarız daha büyük parça koparmak için, daha fazla haz ve sevinç duymak için. Ya sonra!? Tekrarlar, tekrarlar ve tekrarlar. Aynı reklamlar gibi...

İnsan içindeki 'nefs' yani 'ben yada kendi' denen o aç gözlü, arsız çocuğu susturamadıkca hiçbir mutluluk kendisinde kalıcı olamaz. 'Ben' sürekli kendine ister, her güzel hazzı, her hoşluğu sacede kendisi için ister. Güvende olmak ister, mutlu olmak ister. Bugüne kadar kim 'ben'i doyurabilmiş acaba? Çözüm 'ben'i doyurabilmek değil, onu susturabilmektedir. 'Ben' ne zaman susar ve istemeyi bırakırsa işte o zaman mutlu oluruz. O zaman yorulduğumuzu anlar ve bir fırsat yakalarız. Bu fırsat elimizdekilere ve çevremizdekilere bakmak, kendimize sormak içindir; "Ben ne yapıyorum?"

'Ben'i susturun ki O sesi duyabilesiniz. O ses vicdanın sesi, O ses sizin sesiniz, O ses varlığınızın sesi.
'Ben'i susturun ki mutlu olabilesiniz.

Saturday, 26 August 2017

Mutluluk Arayışı ve İnanç (1)

Mutluluk Arayışı ve İnanç (1)

Mutluluğu tarif etmeniz istendiğinde nasıl tarif edersiniz? Lütfen şimdi kendinize 5 dakika vererek bunu bir düşünün. Mutluluk nedir? Bundan sonraki satırları okumadan önce kendinize 5 dakika verin ve düşünün “benim için mutluluk nedir?” Şimdi derin bir nefes alın, sabırsızlanmanıza gerek yok, yazı siz düşündükten sonra da orada olacak. Şimdi rahatlayın, sakinleşin ve düşünün “ben nasıl mutlu olabilirim?”.

Herhangi bir konuyu tartışmadan önce ilk olarak bir tanım koymak gereklidir ki tartışma ortak bir nokta üzerinde gelişsin. Evet, bu gerçek bir tartışma değil onun için biraz daha rahatım, ancak sizlere fikrimi kabul ettirmek için ilk sözü benim aldığımı ve savımı ortaya koyduğumu ve bir sonraki sözün de sizin olacağını düşünebilirsiniz.

Mutluluk insanda sonradan kazanılmış bir duygu mudur? Mutluluk gerçek midir? Mutluluk ne kadar sürer? Mutlu olmak nelere bağlıdır? Mutluluk sınırı var mıdır? Mutluluk nedir diye sorduğumda Google bana ilk şu cevabı veriyor: bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz bir biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu. Tabi bu biraz iddialı bir tanımlama, bu tanım bence delilik için kullanılabilir. Ama bunu biraz daha yumuşatırsak şöyle bir tanım ortaya çıkar: bazı özlemlere, isteklere, sürekli yada geçici olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu. Karşılaştığım başka bir tanım da mutluluk hayatın amacıdır diyor. Gerçekten öyle mi?

Mutluluk insanda sonradan kazanılmış bir durumdur. Şimdi hemen itiraz ediyorum ve diyorum ki “peki doğduktan sonra annenin yüzüne bakarak gülen bebek mutluluktan gülmüyor mu? Bu bir refleks mi yoksa? Evet, muhtemelen mutluluktan gülüyor çünkü o bebek de annesinin karnındaki o sıcak ve huzurlu yuvada annesine bir kordon ile bağlanmış yüzerken annesi mutlu olduğunda hormonlar salgılar iken bu hormonlara maruz kalıyor ve mutlu oluyordu. Yani aslında bebek doğduğunda mutluluğu biliyordu. Şimdi bir sera bebek düşünün; makine tarafından büyütülen, anne olan bir canlıdan yoksun, bağımsız büyüyen bir bebek. Sadece kendisine gerekli olan besini alıyor ve hormonların hiçbirine maruz kalmıyor. Ne üzüntü, ne sevinç, ne açlık, ne tokluk, ne endişe, ne heyecan... Bebek yine de güler miydi sizce?

Şimdi sizden yazımızın başında yapmış olduğunuz kendi mutluluk tanımınızı hatırlamanızı isteyeceğim. Bu tanımı dikkat ile inceleyin, bir yere yazıp iki hatta üç defa okuyun. Ben mutlu olmak için .... yapmalıyım /olmalıyım vb. Benim mutluyluk tanımım şu: Mutluluk insanın çevresi ile etkileşimi sonucunda bir gereksinim olarak geliştirmiş olduğu genellikle bir şarta bağlı olarak gelişen hormonal bir dengesizlik halidir. Şimdi mutluluğu bir şarta bağlı olmayanlar el kaldırsın. İnsan bu dengesizlik hali boyunca kendisini sevinç dolu hisseder, içi içine sığmaz, konuşkan olur, güler, sevecen ve hoşgörülü davranır. Ve bu hal ve davranışların hiçbiri kalıcı olmaz. Mutluluk durumunu oluşturan şart ortadan kalktığında yada bu duruma alışıldığında yada salgılanan hormonların etkisi geçtiğinde bu mutluluk belirtileri de ortadan kalkar ve insan kendine has normal durumuna döner.

Burada bir parantez açmak ve şunu önemle belirtmem gerekir ki her bireyin kendi geçmiş duygusal tecrübelerinden kaynaklanan bir duygu normali vardır. Duygu normali insanın sabah kalktığında, yada bir süre yalnız kaldığında yada genel hal ve davranış olarak içselleştirmiş olduğu kişisel duygusal halidir. Bu genel durum diğer bireylerce o kişinin özelliği olarak algılanır. Karşımızdaki insanı bu genel duygusal halinden dolayı karamsar, depresif, sevecen, hüzünlü, mutsuz, soğuk, sıcak vb birisi olarak tanımlarız. Yukarıda da belirttiğim gibi bu durum o kişinin geçmiş yaşantısının yada düşünsel yapısının o kişi üzerindeki etkisidir. Bu duygusal temel kimlik kişinin hayatı boyunca aynı kalabilir yada değişebilir. Ancak değişmesi kişinin kendi durumunun farkında olması ile mümkündür.  

Sanırım artık şunu söyleyebiliriz “mutluluk hali terazinin bir tarafı, mutsuzluk hali diğer tarafı olsa ve terazi mutluluktan yana ağır gelse insan mutlu, mutsuzluk tarafı ağır gelse mutsuz hissedecektir". Her iki durumda da kişi hormonların etkisiyle normal üstü bir duygulanım durumuna geçecek ve hormon etkisi ortadan kalktığında kendi normaline dönecektir. Bu durumda insanın gerçeği ne mutluluk, ne de mutsuzlukdur. Gerçek, denge halidir ve her iki kefenin de eşit olduğu denge halinde hissedeceği duygudur. İdealde tam denge halinde kişi hiç birşey hissetmemelidir. Ne mutlu olmalı, ne de mutsuz olmalıdır. Bağımsız olmalı, duygulardan ve hislerden bağımsız olmalı ve hiçbirşey ile duygusal etkileşim içerisinde olmamalı. İşte gerçek denge budur. Ancak alışmış olduğumuz günlük yaşam bilinci ile bu duruma ulaşmak neredeyse imkansızdır. Onun için de duygular biz insanlar için hala çok önemli sayılmaktadır.

Şimdi mutluluk mu arıyorsunuz, bulacaksınız ancak size hissettirdiği duygular geçecektir. Mutluluk isteği, mutluluk durumunda salgılanan hormanlara duyulan bağımlılıktır. İnsanlar zaten bu yüzden uyuşturulara başvuruyorlar. Çöküntüdeki kişiler mutluluğu uyuşturucularda arıyabiliyor ve mutluluğu bu kimyasallar ile yine geçici olarak elde edebiliyor. Oysaki mutluluğa geçici bir süre ulaşmak sizi mutlu etmez. Çökmüş bir kişinin mutlu bir insana doğru yol almasının şartı onu depresif:çökmüş yapan koşulların yani duygu ve düşüncelerin ortadan kaldırılmasıdır. Taşıma su ile değirmen dönmez! Alışveriş de sizi mutlu etmez. 

Öncelikle mutlu olmak istiyorsak sormamız yada kendinizle ilgili öğrenmemiz gereken şey şu “ben genelde nasıl birisiyim?” Önce kendinizi tanıyın. Bu çok önemli çünkü kendi yaşantınız ile ilgili her şartı, her engeli, her duyguyu kendimiz yaratıyoruz ve bunu daha çok 'beklentilerimiz' ile yapıyoruz. Şimdi hemen “ama o böyle yapıyor, bu şöyle diyor, oyum yok, buyum çok“ bahanelerini gelebilir. Bırakın, bizler diğer insanlardan duygusal olarak bağımsız birerleriz ve insanların bizim duygusal alanımıza girmesine izin vermemeliyiz. Yani duygularımızı başkaları değil biz kontrol etmeliyiz. Bizi mutsuz yapan birisi bizi kızdırmak istiyordur, kızmamalıyız. Bize bağıran birisi bizi suçlu hissettirmek istiyordur, suçlanmamalıyız. Bize tokat atan birisi bizi incitmek istiyordur, incinmemeliyiz. Sadece bu insanların kendi içlerinde huzur bulmaları için dua edebiliriz. Bu davranışlarda bulunan insanlar dengelerini kaybetmiş insanlardır. Biz ancak tepki vermeyerek onlara yaptıklarının ne kadar kötü birşey olduğunu gösterebiliriz belki. Bize bağıran birisine sessiz kalıp da sadece acı bir gülümseme ile, kırılmışlık ile bakarsak ve tüm duygularımızı o bakış ile ona geri yollarsak inanın o bizden daha çok incinecektir ve ne yaptığının farkına varacaktır. Ancak aynı tonda cevap verdiğimizde biz de ona benzeriz, dengemiz bozulur ve karşınızdaki yaptığının farkına varamaz. Bunu bir düşünün.

Buraya nereden geldik? Mutluluk dedik; evet mutluluk şartlara bağlıdır dedik; geçici bir durumdur dedik; ve çevreniz ile etkileşimler sonucunda ortaya çıkar yada kaybolur dedik. Bu durumda mutluluk aranılması gereken bir durum değildir dedik. Aslında aranılması gereken durum dinginlik yada denge halidir. Dengeli bir insan mutlu olmaya ihtiyaç hissetmez çünkü hayatında kendisine koşul koymamıştır. Mutluluk duygusuna yada bu duygu ile ilişkilendirdiği kişilere yada objelere yada statülere bağlı değildir. Dengeli insan bağımsızdır, mutluluktan da bağımsızdır, mutlu hissettiren bir başkasından da.

Denge ise huzurdur ve huzur Yaratan inancındadır.

Monday, 14 August 2017

Başlarken

Türkçe ve Arapça'nın Etkileşimi

Allah’ın adıyla (bi ismi Allahi),

İlk yazımızda bu bloğun yaratılmasının ardındaki nedenleri sizler ile paylaşmak isterim...

Dünyada 11 Eylül saldırıları sonrasında başlayan ve bir süredir de İslamofobi olarak adlandırılan İslam dinine karşı olan korku, son zamanlarda daha da ivme kazanarak neredeyse İslam terör dinidir dedirtecek boyutlara ulaşmıştır. Bu algı neden oluşuyor yada nasıl oluşturuluyor bunlar bizim ilgi alanımıza girmiyor. Türkiye’deki veya çevre ülkelerdeki politik durum ve siyasal gelişmeler de bizim ilgi alanımıza girmiyor. Bizim ilgilendiğimiz dinimiz olan İSLAM’ı öğrenmek, daha iyi anlamak ve sonrasında doğru anlayamayanlara doğrusunu anlatmak ve inancın politikaya alet edilmesinin ön
ne geçebilmektir. 

Tabi bu nokta, arapça bilmeyenlerin – ki burada vurgulanmak istenen sadece Türkçe bilenlerdir – tıkandığı noktadır. Çünkü dinimiz İslam’ın kutsal kitabı olan Kur’anı Kerim Allah’dan Cebrail aracılığı ile Peygamberimiz Muhammed’e iletilmiş ve Peygamberimiz Muhammed bunu toplumuna arapça bildirmiştir.

Burada bazı saptamalar yapmak gereklidir çünkü bunları anlamak önemlidir. 1) Türkler türkçe konuşurlar. 2) Araplar arapça konuşurlar. 3) Persler yani İranlılar farsca konuşurlar. Bu üç insanı bir araya getirseniz birbirini anlamazlar. Türkiye tarihine damgasını vurmuş Osmanlı tarihi süresince, Osmanlı topraklarının Arap yarımadası ve arapça konuşan kuzey Afrika ülkelerine kadar yayılması neticesinde Osmanlı himayesinde arapça konuşanlar ve kısmen de farsça konuşanlar ciddi bir nüfus oluşturmuştur. Böylelikle arapça konuşan toplulukları yönetebilmek için arapça bilmek de bir gereklilik olmuştur. Ve sonucunda arapça sözcükler Osmanlı’nın resmi kurumlarına girmiş, türkçe ve arapça arasında sözçük değişimleri yaşanmış hatta arapça alfabesi türk dilinde kullanılmıştır.

Osmanlı döneminde dil sanatı yani edebiyat ise Pers etkisi altındadır. İranlı birçok din bilgini, yazar ve şairin dönemlerine damga vurmuş eserleri Osmanlı saltanatı tarafından incelenmiş, beğenilmiş ve kullanılmıştır. Bu durum doğal olarak farsça terimlerin de Osmanlı diline girmesine yol açmıştır. Ancak farsça terimlerin arapça terimlerden daha az oluşu farsça kullanımın genellikle saraylar ile sınırlı kalmış ve sanat dili olarak kullanılmış olmasındandır. Farsça yazılı belgeler genelde sanat eseri değerinde olduğundan bu bilgi ve belgeler halka kadar ulaşamamıştır. 

Peki arapça kelimeler nasıl oldu da türkçeye bu kadar hakim oldu? Bu sorunun cevabı İslamiyet’dir. Osmanlı döneminde her köy ve kasabada devlet kurumları ve yetkilileri bulunmaz iken mutlaka bir cami ve hocası vardı. Bu hocalar ya arapça bilenlerden seçilmişlerdi yada arapça okumayı öğrenmişlerdi. Aslına bakarsanız öğrenmeleri de gerekmiyordu çünkü Osmanlı arap alfabesini kullanıyordu. Bu bir kolaylık idi çünkü arapça metinleri okuyabiliyorlardı. Ancak şunu bilmek çok önemlidir ki okuyabilmek anlayabilmeyi gerektirmiyor. Bugün dahi birçok din hocası arapça okur ancak anlayamaz, bu normaldir. 

Tabi din hocaları zaman içerisinde arapça diline hakim olamadılar belki ama dinin gerektirdiği bilgilere ve sözcüklere hakim oldular ve bunlar halka anlatılarak hayata kazandırıldı. Bunun dışında yerel yönetimlerin de arapça sözcük bilgileri arttı ve bu sözcükleri günlük yazışma belgelerinde kullanmaya başladılar. Bu durum özellikle o zaman ki adalet sisteminin temeli olan “kadılık” görevini yapan yetkililer için geçerli idi. Çünkü Osmanlı nüfusu içerinde azımsanmayacak bir arap nüfusu vardı ve adalet söz konusu olduğunda bölgenin kadısı devreye giriyor ve anlaşma sağlamaya çalışıyor idi. Kadı adaleti ve adaletin temelini oluşturan Kur’anı Kerimi de bilmek durumundaydı ki adalet dağıtabilsin. Zaten neden bugünün mahkeme salonlarında kullanılan dili anlayamıyoruz ki?! Çünkü çoğu sözcük arapça!

Burada bir noktaya değinmek çok gereklidir. Diller arasında sözcük alışverişi yapıldığında her sözcük gerçek anlamında diğer dile geçmeyebilir. Bunun da çeşitli nedenleri vardır ancak bu nedenler tek tek ortaya dökmek bizim işimiz değil. Sadece şunu bilelim ki bazı kelimeler arapçadaki anlamlarının zıt anlamında türkçeye geçmiştir (örnek tasarruf). Bu çok önemlidir neden? Çünkü arapça bir metinde - ki konumuz gereği bu metin Kur’anı Kerim’dir – görmüş olduğunuz bu “tasarruf” kelimesini okuduğunuzda sizin okuduğunuz ve anladığınız ile yazıda anlatılan tam ters anlamı verecektir. Bu şu demektir; arapça bir metin okurken bildiğiniz türkçe-arapçayı değil, arap-arapçasını kullanın. Yani ‘azap’, ‘zulüm’, ‘darbe’, ‘müslüman’, ‘iman’, ‘kafir’, ‘günah’, ‘haram’ ... kelimelerini kullanırken bir arap gibi kullanın bir türk gibi değil. Çünkü Kur’an arap kavmine onlar anlasınlar diye kavmin kendi dilinde inmiştir.

Peki bu neyi değiştirir? Aslında önemsiz gibi görünen bu durum Türk toplumlarının inancı üzerinde ve inancını anlaması yönünde çok dramatik sonuçlara neden olmuştur. Burada her bir etkiyi anlatmak uzun sürecektir ancak tek bir temel noktayı belirtmek önemlidir. Türkçe’de kullanılan ve yukarıda örnek verilen ‘islam’, ‘müslüman’, ‘iman’, ‘kafir’, ‘günah’, ‘haram’ gibi kelimeler arapçadaki gerçek anlamlarını kaybetmiş ve türk dilinde dini terimler haline gelmişlerdir. Oysa ki bu kelimeler arapçada günlük olarak kullanılan kelimelerdir. Allah Kur’anı Kerim’de teknik bir dil kullanmamış yeni tanımlamalar yapmamıştır. Bu tanımlamalar Türkler İslamiyet’e geçtikten sonra gereklilik üzerine din adamları tarafında yapılmıştır. Aradan zaman geçip de aslı unutulunca bu tanımlamalar yüz yıllar boyu bizlere din terimleri olarak okutulmuş ve gerçek Kur’an dini ve dili duvarda asılı kalmış ve okunamamıştır.

Günümüzde, bilgi erişiminin kolaylaştığı bu günlerde ise eğer bizler hala daha bu kutsal kitabı okuyup anlayamıyorsak ve Kur-an’da  da yazıldığı üzere bu kutsal belgenin gizlenmiş, karartılmış noktalarını gün yüzüne çıkartamıyorsak bu artık din adamlarının değil bizlerin sorumluluğudur.
Bizler bu sorumluluk çerçevesinde hareket ediyoruz ve edeceğiz,

Allah’ın izni ile başarılı olacağız.

Beğenilenler