Arama için buraya yazın...

GENEL BAŞLIKLAR

Monday, 28 August 2017

Mutluluk Arayışı ve İnanç (2)



Bir önceki yazımızı okumuş ve hala mutluluk arayışı içinde iseniz o halde ne duruyorsunuz, arayın. Bir avuç dolusu suyu nereye kadar taşıyabiliriz ki! Yada hayatımızda kendinizi en mutlu hissettiğiniz bir olayı yada bir günü hatırlayalım. Evet, bir gülümseme belirir insanın yüzünde ve rahatlar... O gün çok mutlu idik değil mi? Eğer o gün mutluluğu elde ettiysek bugün neden hala mutluluğu arıyoruz? Onu bir kere elde ettik değil mi? Tamam o zaman biz mutluluğa sahibiz, yoksa onu kayıp mı ettik?Mutluluk avucumuzda ki su gibi yere damlaya, damlaya bitti.

Evrende hiçbirşey yoktur ki bir başlangıcı ve bir sonu olmasın. Evrende yaşam bir süreçtir. Ve bu süreç içerisinde insan bir günden diğerine yaşar ve bir olaydan diğerine koşar. Mutlu olmak istiyorsak mutluluğu yakaladığımız zaman onu bitirmememiz, onu tüketmememiz gerekir. Ve gerekir ki hep onu yaşayalım. Yani zamanı durdurabilirseniz durdurun ki başka bir dakika başka bir olay gelişip bu mutluluktan bir damla çalmasın. Çünkü zaman mutluluk hırsızıdır, o elimizdeki herşeyi tüketmek, yok etmek için vardır. Bizler ise yok olanları yerine koymak için yeniden çalışırız.

Neden çalışıyoruz? Mutlu olmak için. Neden yaşıyoruz? Mutlu olmak için? Ne güzel hayat! Herkes mutlu olmak için çalışıyor ve mutluluğa ulaşmak istiyor ancak kimse mutlu değil. Çünkü mutluluktan bir parça koparınca içimizde bir hoşluk belirir, bizi sevindirir, haz verir. Sonra daha fazlası için daha çok çabalarız daha büyük parça koparmak için, daha fazla haz ve sevinç duymak için. Ya sonra!? Tekrarlar, tekrarlar ve tekrarlar. Aynı reklamlar gibi...

İnsan içindeki 'nefs' yani 'ben yada kendi' denen o aç gözlü, arsız çocuğu susturamadıkca hiçbir mutluluk kendisinde kalıcı olamaz. 'Ben' sürekli kendine ister, her güzel hazzı, her hoşluğu sacede kendisi için ister. Güvende olmak ister, mutlu olmak ister. Bugüne kadar kim 'ben'i doyurabilmiş acaba? Çözüm 'ben'i doyurabilmek değil, onu susturabilmektedir. 'Ben' ne zaman susar ve istemeyi bırakırsa işte o zaman mutlu oluruz. O zaman yorulduğumuzu anlar ve bir fırsat yakalarız. Bu fırsat elimizdekilere ve çevremizdekilere bakmak, kendimize sormak içindir; "Ben ne yapıyorum?"

'Ben'i susturun ki O sesi duyabilesiniz. O ses vicdanın sesi, O ses sizin sesiniz, O ses varlığınızın sesi.
'Ben'i susturun ki mutlu olabilesiniz.

Saturday, 26 August 2017

Mutluluk Arayışı ve İnanç (1)

Mutluluk Arayışı ve İnanç (1)

Mutluluğu tarif etmeniz istendiğinde nasıl tarif edersiniz? Lütfen şimdi kendinize 5 dakika vererek bunu bir düşünün. Mutluluk nedir? Bundan sonraki satırları okumadan önce kendinize 5 dakika verin ve düşünün “benim için mutluluk nedir?” Şimdi derin bir nefes alın, sabırsızlanmanıza gerek yok, yazı siz düşündükten sonra da orada olacak. Şimdi rahatlayın, sakinleşin ve düşünün “ben nasıl mutlu olabilirim?”.

Herhangi bir konuyu tartışmadan önce ilk olarak bir tanım koymak gereklidir ki tartışma ortak bir nokta üzerinde gelişsin. Evet, bu gerçek bir tartışma değil onun için biraz daha rahatım, ancak sizlere fikrimi kabul ettirmek için ilk sözü benim aldığımı ve savımı ortaya koyduğumu ve bir sonraki sözün de sizin olacağını düşünebilirsiniz.

Mutluluk insanda sonradan kazanılmış bir duygu mudur? Mutluluk gerçek midir? Mutluluk ne kadar sürer? Mutlu olmak nelere bağlıdır? Mutluluk sınırı var mıdır? Mutluluk nedir diye sorduğumda Google bana ilk şu cevabı veriyor: bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz bir biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu. Tabi bu biraz iddialı bir tanımlama, bu tanım bence delilik için kullanılabilir. Ama bunu biraz daha yumuşatırsak şöyle bir tanım ortaya çıkar: bazı özlemlere, isteklere, sürekli yada geçici olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu. Karşılaştığım başka bir tanım da mutluluk hayatın amacıdır diyor. Gerçekten öyle mi?

Mutluluk insanda sonradan kazanılmış bir durumdur. Şimdi hemen itiraz ediyorum ve diyorum ki “peki doğduktan sonra annenin yüzüne bakarak gülen bebek mutluluktan gülmüyor mu? Bu bir refleks mi yoksa? Evet, muhtemelen mutluluktan gülüyor çünkü o bebek de annesinin karnındaki o sıcak ve huzurlu yuvada annesine bir kordon ile bağlanmış yüzerken annesi mutlu olduğunda hormonlar salgılar iken bu hormonlara maruz kalıyor ve mutlu oluyordu. Yani aslında bebek doğduğunda mutluluğu biliyordu. Şimdi bir sera bebek düşünün; makine tarafından büyütülen, anne olan bir canlıdan yoksun, bağımsız büyüyen bir bebek. Sadece kendisine gerekli olan besini alıyor ve hormonların hiçbirine maruz kalmıyor. Ne üzüntü, ne sevinç, ne açlık, ne tokluk, ne endişe, ne heyecan... Bebek yine de güler miydi sizce?

Şimdi sizden yazımızın başında yapmış olduğunuz kendi mutluluk tanımınızı hatırlamanızı isteyeceğim. Bu tanımı dikkat ile inceleyin, bir yere yazıp iki hatta üç defa okuyun. Ben mutlu olmak için .... yapmalıyım /olmalıyım vb. Benim mutluyluk tanımım şu: Mutluluk insanın çevresi ile etkileşimi sonucunda bir gereksinim olarak geliştirmiş olduğu genellikle bir şarta bağlı olarak gelişen hormonal bir dengesizlik halidir. Şimdi mutluluğu bir şarta bağlı olmayanlar el kaldırsın. İnsan bu dengesizlik hali boyunca kendisini sevinç dolu hisseder, içi içine sığmaz, konuşkan olur, güler, sevecen ve hoşgörülü davranır. Ve bu hal ve davranışların hiçbiri kalıcı olmaz. Mutluluk durumunu oluşturan şart ortadan kalktığında yada bu duruma alışıldığında yada salgılanan hormonların etkisi geçtiğinde bu mutluluk belirtileri de ortadan kalkar ve insan kendine has normal durumuna döner.

Burada bir parantez açmak ve şunu önemle belirtmem gerekir ki her bireyin kendi geçmiş duygusal tecrübelerinden kaynaklanan bir duygu normali vardır. Duygu normali insanın sabah kalktığında, yada bir süre yalnız kaldığında yada genel hal ve davranış olarak içselleştirmiş olduğu kişisel duygusal halidir. Bu genel durum diğer bireylerce o kişinin özelliği olarak algılanır. Karşımızdaki insanı bu genel duygusal halinden dolayı karamsar, depresif, sevecen, hüzünlü, mutsuz, soğuk, sıcak vb birisi olarak tanımlarız. Yukarıda da belirttiğim gibi bu durum o kişinin geçmiş yaşantısının yada düşünsel yapısının o kişi üzerindeki etkisidir. Bu duygusal temel kimlik kişinin hayatı boyunca aynı kalabilir yada değişebilir. Ancak değişmesi kişinin kendi durumunun farkında olması ile mümkündür.  

Sanırım artık şunu söyleyebiliriz “mutluluk hali terazinin bir tarafı, mutsuzluk hali diğer tarafı olsa ve terazi mutluluktan yana ağır gelse insan mutlu, mutsuzluk tarafı ağır gelse mutsuz hissedecektir". Her iki durumda da kişi hormonların etkisiyle normal üstü bir duygulanım durumuna geçecek ve hormon etkisi ortadan kalktığında kendi normaline dönecektir. Bu durumda insanın gerçeği ne mutluluk, ne de mutsuzlukdur. Gerçek, denge halidir ve her iki kefenin de eşit olduğu denge halinde hissedeceği duygudur. İdealde tam denge halinde kişi hiç birşey hissetmemelidir. Ne mutlu olmalı, ne de mutsuz olmalıdır. Bağımsız olmalı, duygulardan ve hislerden bağımsız olmalı ve hiçbirşey ile duygusal etkileşim içerisinde olmamalı. İşte gerçek denge budur. Ancak alışmış olduğumuz günlük yaşam bilinci ile bu duruma ulaşmak neredeyse imkansızdır. Onun için de duygular biz insanlar için hala çok önemli sayılmaktadır.

Şimdi mutluluk mu arıyorsunuz, bulacaksınız ancak size hissettirdiği duygular geçecektir. Mutluluk isteği, mutluluk durumunda salgılanan hormanlara duyulan bağımlılıktır. İnsanlar zaten bu yüzden uyuşturulara başvuruyorlar. Çöküntüdeki kişiler mutluluğu uyuşturucularda arıyabiliyor ve mutluluğu bu kimyasallar ile yine geçici olarak elde edebiliyor. Oysaki mutluluğa geçici bir süre ulaşmak sizi mutlu etmez. Çökmüş bir kişinin mutlu bir insana doğru yol almasının şartı onu depresif:çökmüş yapan koşulların yani duygu ve düşüncelerin ortadan kaldırılmasıdır. Taşıma su ile değirmen dönmez! Alışveriş de sizi mutlu etmez. 

Öncelikle mutlu olmak istiyorsak sormamız yada kendinizle ilgili öğrenmemiz gereken şey şu “ben genelde nasıl birisiyim?” Önce kendinizi tanıyın. Bu çok önemli çünkü kendi yaşantınız ile ilgili her şartı, her engeli, her duyguyu kendimiz yaratıyoruz ve bunu daha çok 'beklentilerimiz' ile yapıyoruz. Şimdi hemen “ama o böyle yapıyor, bu şöyle diyor, oyum yok, buyum çok“ bahanelerini gelebilir. Bırakın, bizler diğer insanlardan duygusal olarak bağımsız birerleriz ve insanların bizim duygusal alanımıza girmesine izin vermemeliyiz. Yani duygularımızı başkaları değil biz kontrol etmeliyiz. Bizi mutsuz yapan birisi bizi kızdırmak istiyordur, kızmamalıyız. Bize bağıran birisi bizi suçlu hissettirmek istiyordur, suçlanmamalıyız. Bize tokat atan birisi bizi incitmek istiyordur, incinmemeliyiz. Sadece bu insanların kendi içlerinde huzur bulmaları için dua edebiliriz. Bu davranışlarda bulunan insanlar dengelerini kaybetmiş insanlardır. Biz ancak tepki vermeyerek onlara yaptıklarının ne kadar kötü birşey olduğunu gösterebiliriz belki. Bize bağıran birisine sessiz kalıp da sadece acı bir gülümseme ile, kırılmışlık ile bakarsak ve tüm duygularımızı o bakış ile ona geri yollarsak inanın o bizden daha çok incinecektir ve ne yaptığının farkına varacaktır. Ancak aynı tonda cevap verdiğimizde biz de ona benzeriz, dengemiz bozulur ve karşınızdaki yaptığının farkına varamaz. Bunu bir düşünün.

Buraya nereden geldik? Mutluluk dedik; evet mutluluk şartlara bağlıdır dedik; geçici bir durumdur dedik; ve çevreniz ile etkileşimler sonucunda ortaya çıkar yada kaybolur dedik. Bu durumda mutluluk aranılması gereken bir durum değildir dedik. Aslında aranılması gereken durum dinginlik yada denge halidir. Dengeli bir insan mutlu olmaya ihtiyaç hissetmez çünkü hayatında kendisine koşul koymamıştır. Mutluluk duygusuna yada bu duygu ile ilişkilendirdiği kişilere yada objelere yada statülere bağlı değildir. Dengeli insan bağımsızdır, mutluluktan da bağımsızdır, mutlu hissettiren bir başkasından da.

Denge ise huzurdur ve huzur Yaratan inancındadır.

Monday, 14 August 2017

Başlarken

Türkçe ve Arapça'nın Etkileşimi

Allah’ın adıyla (bi ismi Allahi),

İlk yazımızda bu bloğun yaratılmasının ardındaki nedenleri sizler ile paylaşmak isterim...

Dünyada 11 Eylül saldırıları sonrasında başlayan ve bir süredir de İslamofobi olarak adlandırılan İslam dinine karşı olan korku, son zamanlarda daha da ivme kazanarak neredeyse İslam terör dinidir dedirtecek boyutlara ulaşmıştır. Bu algı neden oluşuyor yada nasıl oluşturuluyor bunlar bizim ilgi alanımıza girmiyor. Türkiye’deki veya çevre ülkelerdeki politik durum ve siyasal gelişmeler de bizim ilgi alanımıza girmiyor. Bizim ilgilendiğimiz dinimiz olan İSLAM’ı öğrenmek, daha iyi anlamak ve sonrasında doğru anlayamayanlara doğrusunu anlatmak ve inancın politikaya alet edilmesinin ön
ne geçebilmektir. 

Tabi bu nokta, arapça bilmeyenlerin – ki burada vurgulanmak istenen sadece Türkçe bilenlerdir – tıkandığı noktadır. Çünkü dinimiz İslam’ın kutsal kitabı olan Kur’anı Kerim Allah’dan Cebrail aracılığı ile Peygamberimiz Muhammed’e iletilmiş ve Peygamberimiz Muhammed bunu toplumuna arapça bildirmiştir.

Burada bazı saptamalar yapmak gereklidir çünkü bunları anlamak önemlidir. 1) Türkler türkçe konuşurlar. 2) Araplar arapça konuşurlar. 3) Persler yani İranlılar farsca konuşurlar. Bu üç insanı bir araya getirseniz birbirini anlamazlar. Türkiye tarihine damgasını vurmuş Osmanlı tarihi süresince, Osmanlı topraklarının Arap yarımadası ve arapça konuşan kuzey Afrika ülkelerine kadar yayılması neticesinde Osmanlı himayesinde arapça konuşanlar ve kısmen de farsça konuşanlar ciddi bir nüfus oluşturmuştur. Böylelikle arapça konuşan toplulukları yönetebilmek için arapça bilmek de bir gereklilik olmuştur. Ve sonucunda arapça sözcükler Osmanlı’nın resmi kurumlarına girmiş, türkçe ve arapça arasında sözçük değişimleri yaşanmış hatta arapça alfabesi türk dilinde kullanılmıştır.

Osmanlı döneminde dil sanatı yani edebiyat ise Pers etkisi altındadır. İranlı birçok din bilgini, yazar ve şairin dönemlerine damga vurmuş eserleri Osmanlı saltanatı tarafından incelenmiş, beğenilmiş ve kullanılmıştır. Bu durum doğal olarak farsça terimlerin de Osmanlı diline girmesine yol açmıştır. Ancak farsça terimlerin arapça terimlerden daha az oluşu farsça kullanımın genellikle saraylar ile sınırlı kalmış ve sanat dili olarak kullanılmış olmasındandır. Farsça yazılı belgeler genelde sanat eseri değerinde olduğundan bu bilgi ve belgeler halka kadar ulaşamamıştır. 

Peki arapça kelimeler nasıl oldu da türkçeye bu kadar hakim oldu? Bu sorunun cevabı İslamiyet’dir. Osmanlı döneminde her köy ve kasabada devlet kurumları ve yetkilileri bulunmaz iken mutlaka bir cami ve hocası vardı. Bu hocalar ya arapça bilenlerden seçilmişlerdi yada arapça okumayı öğrenmişlerdi. Aslına bakarsanız öğrenmeleri de gerekmiyordu çünkü Osmanlı arap alfabesini kullanıyordu. Bu bir kolaylık idi çünkü arapça metinleri okuyabiliyorlardı. Ancak şunu bilmek çok önemlidir ki okuyabilmek anlayabilmeyi gerektirmiyor. Bugün dahi birçok din hocası arapça okur ancak anlayamaz, bu normaldir. 

Tabi din hocaları zaman içerisinde arapça diline hakim olamadılar belki ama dinin gerektirdiği bilgilere ve sözcüklere hakim oldular ve bunlar halka anlatılarak hayata kazandırıldı. Bunun dışında yerel yönetimlerin de arapça sözcük bilgileri arttı ve bu sözcükleri günlük yazışma belgelerinde kullanmaya başladılar. Bu durum özellikle o zaman ki adalet sisteminin temeli olan “kadılık” görevini yapan yetkililer için geçerli idi. Çünkü Osmanlı nüfusu içerinde azımsanmayacak bir arap nüfusu vardı ve adalet söz konusu olduğunda bölgenin kadısı devreye giriyor ve anlaşma sağlamaya çalışıyor idi. Kadı adaleti ve adaletin temelini oluşturan Kur’anı Kerimi de bilmek durumundaydı ki adalet dağıtabilsin. Zaten neden bugünün mahkeme salonlarında kullanılan dili anlayamıyoruz ki?! Çünkü çoğu sözcük arapça!

Burada bir noktaya değinmek çok gereklidir. Diller arasında sözcük alışverişi yapıldığında her sözcük gerçek anlamında diğer dile geçmeyebilir. Bunun da çeşitli nedenleri vardır ancak bu nedenler tek tek ortaya dökmek bizim işimiz değil. Sadece şunu bilelim ki bazı kelimeler arapçadaki anlamlarının zıt anlamında türkçeye geçmiştir (örnek tasarruf). Bu çok önemlidir neden? Çünkü arapça bir metinde - ki konumuz gereği bu metin Kur’anı Kerim’dir – görmüş olduğunuz bu “tasarruf” kelimesini okuduğunuzda sizin okuduğunuz ve anladığınız ile yazıda anlatılan tam ters anlamı verecektir. Bu şu demektir; arapça bir metin okurken bildiğiniz türkçe-arapçayı değil, arap-arapçasını kullanın. Yani ‘azap’, ‘zulüm’, ‘darbe’, ‘müslüman’, ‘iman’, ‘kafir’, ‘günah’, ‘haram’ ... kelimelerini kullanırken bir arap gibi kullanın bir türk gibi değil. Çünkü Kur’an arap kavmine onlar anlasınlar diye kavmin kendi dilinde inmiştir.

Peki bu neyi değiştirir? Aslında önemsiz gibi görünen bu durum Türk toplumlarının inancı üzerinde ve inancını anlaması yönünde çok dramatik sonuçlara neden olmuştur. Burada her bir etkiyi anlatmak uzun sürecektir ancak tek bir temel noktayı belirtmek önemlidir. Türkçe’de kullanılan ve yukarıda örnek verilen ‘islam’, ‘müslüman’, ‘iman’, ‘kafir’, ‘günah’, ‘haram’ gibi kelimeler arapçadaki gerçek anlamlarını kaybetmiş ve türk dilinde dini terimler haline gelmişlerdir. Oysa ki bu kelimeler arapçada günlük olarak kullanılan kelimelerdir. Allah Kur’anı Kerim’de teknik bir dil kullanmamış yeni tanımlamalar yapmamıştır. Bu tanımlamalar Türkler İslamiyet’e geçtikten sonra gereklilik üzerine din adamları tarafında yapılmıştır. Aradan zaman geçip de aslı unutulunca bu tanımlamalar yüz yıllar boyu bizlere din terimleri olarak okutulmuş ve gerçek Kur’an dini ve dili duvarda asılı kalmış ve okunamamıştır.

Günümüzde, bilgi erişiminin kolaylaştığı bu günlerde ise eğer bizler hala daha bu kutsal kitabı okuyup anlayamıyorsak ve Kur-an’da  da yazıldığı üzere bu kutsal belgenin gizlenmiş, karartılmış noktalarını gün yüzüne çıkartamıyorsak bu artık din adamlarının değil bizlerin sorumluluğudur.
Bizler bu sorumluluk çerçevesinde hareket ediyoruz ve edeceğiz,

Allah’ın izni ile başarılı olacağız.

Beğenilenler